8 Haziran 2011 Çarşamba

dondurmacı

Dondurmacıymış meğer.
"Nasıl olsun?" dedi.
"Sade" dedim. "Bulanık olmasın hayatım. Renklenmesin hiç bir renkle". "Her rengi barındırsın içinde, ama karışıp kararmasın". "Kirlenmesin" dedim. Sade olsun.
"Çikolata parçaları olsun içinde." dedim, "bomboş olmasın". Kimi acı olsun, kimi sütlü. "Dostlarım olsun". "Aşklarım, acılarım olsun." dedim.
Yaşarken ağzıma gelsin, tadını olduğu gibi alayım, aromasıyla değil. "Karışmasın tatları" dedim, "bütün at hepsini".
"Üstüne" dedi, "bir şey ister misin?". "Çikolataya bandırsan" dedim, "sevinirim". "Örtsün hayatımı." dedim, "bembeyaz gözükmesin". "Kirlenmesin" dedim.
Muhabbetle, sevgiyle kaplansın. Dibi delik bir külahta aldım hayatımı.
"Hesap" dedim, "ne olacak?".
"Benden" dedi, "ye sen".
"Peki" dedim.
"Acele et" dedi.
Sustum... Erimeye başlamıştı elimde... Uyandım sonra, bildik bir tatla dilimde.

C.Ç.

14 Aralık 2010 Salı

Seviyorum Ulan!

"-seviyorum ulan!"
Doğal bir ifade olarak bu halini almış sözdür. Çünkü, son zamanlarda peyda olan sevgiyi vıcık vıcık halleri ve sözleriyle küçülten gençliği hesaba katmazsak, sevdiğini söylemek güçtür. Seviyorum sözcüğü başına bir kişi ismi getirildiğinde adeta tabudur. Çünkü sevgi alenen söylenen bir şey değildir genelde, özellikle bir kanser gibi ülkemizi sömürmüş olan kahve kültüründe. Orada saygı-itaat, güç-gösteriş değerlidir. Normalde de büyüğe, iyiye sevgi duyulur, adettendir.

Bir kişiyi, sırf o kişi olduğu için sevmek yalnız yapılan bir iştir ve bu yüzden kendin olabilmek gerekir. Bu yüzden sevdiğini söyleyecek insan da seviyorum ulan diye haykırır. Kendinden emin olma vardır yüksek sesle söylenen bu sözde. Ve bir meydan okuma vardır; olası bütün tehditlere. Bu tehdit bazen sevilenin kendisi olur, bazen aile, bazen toplum, bazense kendi sevemeyenler. Ama daima vardır hayatın sevenlere sürprizleri. Hayat zaten sürprizlerle doludur aslında, fakat seven öyle farklı bir boyuta geçmiştir ki orada öylece kalmak ister. Sevgili olmak, iki bedende tek canmışçasına yaşamak ve buna engel tanımamaktır. Buna paha biçememektir.

Kolay değildir seni seviyorum diyebilmek. Birini sevmek, yürümeyi sevmek gibi ya da yaprak sarmayı sevmek gibi değildir çünkü. Ağır iştir sevmek. Onu ifade etmek de güçtür. İmalar, kinayeler, işaretler, şarkılar, şiirler, hediyeler hep bunun için vardır. Doğrudan söylemenin güçlüğünden kaçmak için. Sevgiyi ifade etmek için. Seviyorum demek sözdür. Söz senettir. Dile bile kolay değildir. Sevgi öyle alelade, öyle sıradan, öyle hafif bir şey değildir. Sevmek, sevilenden gelecek her şeyi baştan kabul etmek, ve onu başka bir şey yapmasına ihtiyaç duymaksızın sevmek demektir.


Sevmek, içindeki boşluğu "o"nunla doldurmak demektir. Hayatı bazen, o ve diğerleri diye ayırmak ve genelde onu seçmektir. Bazense kendim yahut sevgilim ikilemine düşüp, yine onu seçmektir. Sevmek herşeyden geçmektir. Sevmek, herşeye onunla değer biçmektir. Koca dünyadaki kısacık ve tek zamanını onunla geçirmek istemektir. Onu ifade etmezse içinde kalacağını bilip kabullenememektir. Herkes bilsin istemektir.


Hal böyleyken, sevmek; bazen seni seviyorum diye fısıldamak, bazen ben onu seviyorum deyip ağlamak, bazense seviyorum ulan! diye haykırmaktır sevgini dünyaya
.

C.Ç.

3 Aralık 2010 Cuma

Hindi Misali


Düşünceye pek tahammülümüz yoktur bizim. Çok düşünene ya deli ya da filozof deriz. Hatta kınanır çalışmak yerine düşünen insanlar, küçümseriz hep birlikte. "Sen mi kurtaracaksın dünyayı" deriz mesela, baştan kaybetmeyi kabullenmesini bekleyerek.

Nedir küçümsediğimiz, düşünerek hayatın anlamını aramak mı? Nesi yanlıştır öyleyse? Bir şeylere anlam katmanın düşünmekten başka yolu, hayatın da düşününce kaybolup yaşayınca bulunan bir anlamı mı vardır? Olmadığına göre her insanın hayatında en az bir kere yaptığı yahut yapması gerektiğine inandığım şeydir. Zira sahip olduğumuz her şeyin toplamına hayat diyorsak biz bir bakıma, ve bizim tür olarak en ayırdedici ve en önemli özelliğimiz düşünebilmekse bundan daha doğal ne olabilir.

Kimimiz rutinlere kapılır pek zaman ayırmayız aslında. Kimimizse "evrenin sırrı"na ulaşmaya çalışırken kaybolup gideriz derin boşluklarda. Oysa herkesin harcı değildir kainatın sırlarına vakıf olmak. Bundandır fazla düşünmenin akla zarar verebilmesi. Boşuna değildir kimi filozofa "deli" denmesi. Her aklın harcı değildir zira çok düşünmek. Fakat düşünmeliyiz yine de, kaybolmadan mana aleminin derinliklerinde, sınırlarını zorlamadan kendi aklımızın, aramalıyız hayatın anlamını hiç değilse.

Her şey bizim anlamlandırdığımız kadar var olur hayatımızda. Descartes'ın "Cogito, ergo sum." (düşünüyorum, o halde varım) sözü belki de onun bu düşüncesinden kaynaklanır. Böylesine büyük bir gücümüz var kendi hayatlarımız üzerinde. Fakat "düşüncenin gücü"nü yanlış anlayıp oturup sadece düşünerek istediğimizin olmasını beklememiz anlamına gelmiyor elbette. Bu ahmaklıktan başka bir şey olmaz. Yaşamalıyız hayatı her şeyiyle, dokunmalıyız yaşamın kendisine. Aksi halde sahip olduğumuz bedenler, biraz gereksiz kaçmaz mıydı sizce de?

Hayatı yaşamaktan kaçmak da, onu serseri mayın gibi hiç düşünmeden yaşamak da bizi insan yapan değerlerin bir kısmından vazgeçmemiz demektir. İkisini kendine göre bir dengede tutan insan bütün vasıflarıyla insan olmayı hak eder ancak. Bütün bunların boş bir kafanın düşünmesi sonucu oluşan enkazın artıkları olduğunu düşünüyorsanız şayet, Paul Valery'nin dediği gibi:
"Düşünmek mi? İpin ucunu kaçırmaktır düşünmek."

C. Ç.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Baba beni okula gönder

Her şeyin göz boyamak ya da günü kurtarmak için yapıldığı; sosyal güvenlik, sağlık, eğitim gibi önemli konuların seçim vaatleriyle yürütüldüğü bir ülkede; akşamleyin işten dönen babasını karşılar küçük çocuk. ve şöyle der:

-Baba, beni okula gönder.

Sevinir baba. Öyle ya, çocuk okula gitmek istemektedir. Öğrenmek, okumak istemektedir. Zaten gönderecektir göndermesine de, düşünür bir de, bu işin sonunu. Sorar, hayallerini çocuğun:

-Tamam yavrum, sonra?

-Sonra sınavlara girip çıkayım yıllarca. Baba sen beni dersanaye de gönder.

Hayrete düşer adam. Çocuğunun bunları düşündüğüne mi üzülsün, yoksa yarını düşünebildiğine mi sevinsin karar veremez. Ve merakla devam eder:

-Gerek var mı ki çocuğum dersaneye? Neyse, sonra?

Çocuk beklemediği bu soru karşısında afallar, "dersane gerekliliği tartışılan bir şey midir? Olmaması mümkün müdür?" diye düşünür. Sonra babasının sadece şaka yaptığına karar verir, zaten babası da o cevabı beklemeden sonrasını sormuştur. Sonrasını anlatır o da:

-Sonra... Sonra muhtemelen iyi bir liseyi kazanamayacağım baba, ama sen yine de beni liseye gönder.

Babayı artık iyiden iyiye bir düşünmedir alır. Çocuğunun uzun vadeli düşünebilmesi, gerçekleri kavrayabilmesi güzeldir de güzel olmasına; bu yaşta bunları söylemesi, başında hayatının umudunu yitirmesi o küçük yüreğin, hiç iyi değildir. "Liseye gitmiş olmak için mi?" diyecek olur, yutar sözünü. Karşısında kaşarlaşmış bir esnaf yoktur pazarlık ettiği, evladı geleceği hakkında konuşmaktadır ve şaşkın babanın en son istediği şey çocuğunun hepten gerçeklerde boğulup umudunu yitirmesidir. Hayalinde belki bir şehir, ya da üniversite vardır der ve sorar yine:

-Sonra?

Fakat çocuk sanki son patlayan balonundan sonra artık çocuk değildir sanki, ve devam eder adeta müfredatı takip ederek:

-Sonra yine malum, sınavlar var baba. Dersaneye göndersen diyorum, hem herkes gidiyor...

O son cümle içine oturur babanın. "Herkes gidiyor" demek, herkesin babası gönderiyor demektir aslında. Ve o "herkes"ten biri olabilmek için benim de gitmem gerek demektir. Dayanamaz baba bu kez, başkalarına, çok başka adamlara demesi gereken sözleri oğluna savurur:

-Devletin verdiği eğitim sanki prosedür olsun diye var! O okullar siz vakit geçiresiniz, hocalar da yoklama almak için mi var?

Demesiyle pişman olması bir olur, kendine de kızar. Ve hem sorunun etkisini azaltmak hem de konuyu değiştirmek, evladının kalbini onun suçu olmayan bir şeyden ötürü kırmamak için hemen sorar:

-Peki canım, ya sonra?

Hiç olmazsa bu kez bir meslek, bir ideal çıksın ister o küçük ağzından çocuğun, ama olmaz. Gerçekleri ve hayatın acımasız yüzünü sergilemeye devam eder çocuk artık ayakta olmayan, oturduğu koltuğa da adeta özür diler gibi ilişmiş babasına:

-Sonra... Muhtemelen üniversiteyi kazanamayacağım ben, kazanamazsam belki tekrar denerim, yine olmazsa sonra hayata geç kaldığım yerden devam ederim. Ya da üniversiteyi aklımdan çıkarır, onu okumadığım için de hala öğrenci olduğumu düşünür ve işsiz güçsüz ve de bilinçsiz binlercesi gibi yaşarım. Yaşayabildiğim kadar. Ama olur da kazanırsam; baba, üniversiteye gönder beni. Bak, kazandım işte.

Artık mecali yoktur babanın,hiç bir şey düşünecek durumda da değildir. O yüzden söyleyecekleri, yıllardır yaşadığı bu hayata uygun olarak, kendiliğinden dökülür kuru dudaklarından:

-Kazanamazsan nasıl iş bulacaksın yavrum, zor. Diyelim ki kazandın; göndereyim seni, göndereyim de göndermesine... Kalacak yer... Giderler... Okul malzemeleri... Hangi parayla evladım?

Bunları dediği için bir kat daha nefret eder kendisinden. Bin kat artat pişmanlıkları, acıları.
Ve sürdürür çocuk, sanki çocuk değildir artık. Sanki konuşurken bütün o yıllar geçip gitmiş gibidir ömründen. Aynı babasının beklediği gibi konuşur bu kez:

-Herkes kazanamıyor bile baba, muhtemelen bir halta yaramayacak ama; kazandım bak. Ben kazandım, sen de ne yap ne et gönder beni.

Bitmiştir baba... Bitmiştir bu konuşma... Ömrünün sonuna kadar taşıyacağı acılar yüklenmiştir zavallı adam. Oğlunun suçu değildir bu, onun da. Çıkamaz işin içinden hüzünlü yüreğiyle, sesine sahte bir güven gelir ve kapatır konuyu:

-Göndereyim ya, göndereyim tabi. Vazifem benim yavrum, yeter ki kazan sen. Ne yapar ne eder gönderirim, ama ne yaparım ne ederim onu ben de bilmiyorum. Neyse… Annen çorba yapmış, gel, yemek yiyelim hadi.

C.Ç.

2 Kasım 2010 Salı

Ölümden korkmak mı gerekir?

İstenmeyen konuk geldiğinde...
Korkabilirm.
Gülümseyebilir veya derim ki:
Günüm iyi geçti, hadi gece olsun.
Tarlaları sürülmüş, evi temiz, masayı hazır bulacaksın,
ve her şey yerli yerinde olacak.

Manuel Bandeira

synecdoche new york filminden

"everything is more complicated than you think. you only see a tenth of what is true. there are a million little strings attached to every choice you make; you can destroy your life every time you choose. but maybe you won't know for twenty years. and you'll never ever trace it to its source. and you only get one chance to play it out. just try and figure out your own divorce. and they say there is no fate, but there is: it's what you create. even though the world goes on for eons and eons, you are here for a fraction of a fraction of a second. most of your time is spent being dead or not yet born. but while alive, you wait in vain, wasting years, for a phone call or a letter or a look from someone or something to make it all right. and it never comes or it seems to but doesn't really. and so you spend your time in vague regret or vaguer hope for something good to come along. something to make you feel connected, to make you feel whole, to make you feel loved. and the truth is i'm so angry and the truth is i'm so fucking sad, and the truth is i've been so fucking hurt for so fucking long and for just as long have been pretending i'm ok, just to get along, just for, i don't know why, maybe because no one wants to hear about my misery, because they have their own, and their own is too overwhelming to allow them to listen to or care about mine. well, fuck everybody. amen."